19 Temmuz 2015 Pazar

Moğolarrı durduran adam ''BAYBARS''

Baybars'ın devleti olan Memlüklüler, islam Tarihi'ne Moğolları tek yenebilen devlet olarak geçmiştir. Moğollar Memlükler'le karşılaşmadan önce Harzemşahlar, Anadolu Selçuklu Devleti  gibi büyük Türk-İslam devletlerini etkisiz hale getirmiştir. Bu da Moğolların ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Baybars Moğolların bu gücüne rağmen Moğollar'a 1260 tarihinde Aynıcalut'ta ilk yenilgilerini tattırıp ilerlemelerini önemli ölçüde durdurdu. Baybars Moğollar ile yapılan bu çatışmada, öncü birliklerine kumanda ediyordu.

Padişahların Unutulmaz Sözleri

Sultan IV. Murad:
Allah, peygamber korkusu bilmez alçaklar! Unutmayın ki, intikam gecikir ama asla yaşlanmaz!

Bağdat'ı almaya çalışmak, Bağdat'ın kendinden daha mı güzeldi 


Kanuni Sultan Süleyman:

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Yavuz Sultan Selim:

Devletleri yıkan tüm hatanın altında, nice gururun gafleti yatar.

Şahım sen herkesi sadık yar sanma. Sen herkesi dost mu sandın? Belki o, düşman olur. Sadık ol, belki o alemde komutan olur. Yar olur, düşman olur, komutan olur, sevgili olur.(Şah İsmail'e)

Padişahların Unutulmaz Sözleri

Fatih Sultan Mehmet:

Baba, eğer padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz. Yok, eğer padişah ben isem, size emrediyorum! Gelip ordunun başına geçiniz.


İmparatorunuza söyleyin, şimdiki Osmanlı padişahı öncekilere benzemez. Bizim gücümüzün ulaştığı yerlere, sizin imparatorunuzun hayalleri bile ulaşamaz.


Ey Konstantiniye, ya sen beni alırsın, ya ben seni alırım.




16 Temmuz 2015 Perşembe

Süleymaniye'yi bitiremeseydi başına ne gelecekti ?






















Mimar Sinan hatıralarında, ‘kalfalık eserim’ diye nitelediği Süleymaniye Camii’ni yaparken, işi yavaşlattığı hatta savsakladığı dedikodusu yayılır. “Mimar Sinan iskeleyi sökmüyor, çünkü iskele sökülürse kubbe çökecek.” söylentileri çıkar ve bunlar, padişahın kulağına kadar gider. Cami inşaatına ani bir baskın yapan Kanuni Sultan Süleyman, Sinan’dan kesin bir tarih vermesini ister. Mimar, “İki ay sonra bu bina biter.” der. Ustanın, kendisini anlamadığını düşünen padişah, sorusunu yineler; ama Sinan’dan yine aynı cevabı alır: “İki ay sonra biter!” Kanuni, etrafındakilerin de şahit olmasını isteyerek, yaptığı cami Ayasofya’dan yüksek olmadığı için Fatih tarafından elleri kestirilen Fatih Camii’nin mimarı Sinaneddin Yusuf Bin Abdullah’ı (Sinan–ı Atik) hatırlatır: “Umarım, dedem Sultan Mehmet Han’ın mimarı sana örnek olarak yeter. Mimar! Hele iki ay sonra bitmezse seninle konuşuruz!” der ve saraya gider. Kanuni dahil pek çok kimse caminin iki ay içerisinde bitirileceğine inanmaz. Ancak Sinan, söz verdiği tarihte Süleymaniye’yi bitirir. İki ay aradan sonra camiyi ziyarete gelen Kanuni, gözlerine inanamaz. “Caminin kapısını açmayı en çok hak eden kişi kimdir?” diye sorunca, etrafındakiler “Koca Mimar” cevabını verir. Padişah da “Allah’ın rahmeti ve rızası üstüne olsun.” diyerek anahtarı mimara  uzatır

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Futbolun Enleri

Dünya’da: En farklı galibiyet –>  Madagaskar Ligi’nde Stade Olympique de l’Emyrne (SOE) ile Adema arasında oynanan maç Adema’nın 149 – 0 galibiyeti ile sonuçlanmıştır. (2012)..(SOE’li futbolcular hakemi protesto amaçlı golleri kendi kalelerine atmıştır.)
En uzun penaltı atışları –> Toplam 48 penaltının kullanıldığı Namibya Kupası’nda KK Palace, Civics’ i kullanılan penaltı atışları sonucunda 17-16 yendi. (2005)
En kilolu kaleci –> 1.90 metre boyu ve 141 kilo ağırlığı ile İngiliz kaleci Willie Henry Foulkeolmuştur.
En uzun süre gol yemeyen kaleci –> 1 Nisan 1991 tarihinde yediği gole dek 1275 dakika (yaklaşık 14 maç) boyunca hiç gol yemeyen, İspanya’nın Atletico Madrid takımından Abel Resino olmuştur.
En deneyimli kaleci –> Katıldığı 1390 maç ile en deneyimli kaleci rekorunu kıran, İngiliz kaleciPeter Shilton olmuştur.
En golcü kaleci –> Kariyeri boyunca çoğunluğu penaltı ve serbest atıştan olmak üzere toplam 54 gol atan Paraguaylı kaleci Jose Luis Chilavert olmuştur.
En golcü futbolcu –> 21 yıllık kariyeri boyunca toplam 1279 gol atan Brezilyalı Pele en golcü futbolcu olmuştur.
En golcü futbolcu (Bir sezonda) –> Barcelonalı futbolcu L. Messi, bir sezonda attığı 86 gol ile rekoru elinde bulundurmaktadır. (2013)
En erken Dünya Kupası golü –> Güney Kore – Türkiye maçında 11. Saniyede kaydedilen gol ileHakan Şükür en erken gol atan oyuncu olmuştur. (2002)
En pahalı futbolcu –> Manchester U. ‘dan Real Madrid ‘e transfer olan C. Ronaldo, 94 Milyon Euro ile en pahalı transfer olmuştur. (2010)
En uzun isimli takım –> Galler takımlarından olan, fc llanfairpwllgwyngyllgogerychwyrndrobwllllantysiliogogogoch’dir. (58 harf)

tarihden ilkler

1. Türk adı ilkkez 6.y.y.da Göktürk devleti tarafından kullanılmıştır.
2. Hunların Bilinen İlk Türk Hükümdarı Teomandır
3. Hunlar Tarihte ilk defa Bütün Türkleri Bir Bayrak altında Toplamışlardır.
4. Türk Tarihinde Bilinen İlk Topluluk İskitlerdir.
5. Avrupa Hunlarının İlk Hükümdarı Balamirdir.
6. Avrupa Hunların En güçlü Dönemi Atilla Dönemidir.
7. Türk Tarihini aydınlatan İlk Yazılı Kaynaklar 8.y.y.da Göktürk Alfabesi İle Yazılan Orhun Yazıtlarıdır.
8. İlk Defa Din değiştiren Türk devleti Uygurlarıdır.
9. Avarlar İran da ki Sasanilerler İle Birleşerek İstanbul'u iki Defa Kuşatmışlardır.
10. İslamiyeti Kabul Eden İlk Türk Topluluğu Karluklardır.
11. Türgişlerin Bilinen İlk Türk Hükümdarı BAĞA TARKAN dır. Kendi adına para Bastıran İlk Türgiş Hükümdarıdır.

Koca Yusuf

1857 yılında Şumnu'nun Karalar köyünde doğdu. Ufacık bir çocukken köyde danalarla boğuşmaya başladı, sonra kispeti ayağına geçirip güreşmeye koyuldu. Ünü önce Deliorman'ı, sonra Kırkpınar'ı kapladı. Türk güreşinin gelmiş geçmiş en büyük pehlivanı olarak ortaya çıktı. Avrupa ve Amerika'da yaptığı bütün güreşleri kazandı. 1898 yılında Amerika'dan dönerken bindiği vapurun batması sonucu öldü. Mezarı dahi yoktur. Koca Yusuf yalnız Türk güreşinde değil, güreş dünyasında da büyük bir zirvedir. Er meydanları Koca Yusuf'u, güreş tarihimizin en büyük pehlivanlarından biri olan ve 26 yıl Kırkpınar'ın başpehlivanlığını elinden bırakmayan ünlü Kel Aliço'nun karşısında tanıdı ilk kez. 27'inci yılda da başpehlivanlığı rakipsiz alacağını umarak Kırkpınar'a gelen Kel Aliço burada “Başa güreşeceğim” diyen Deliormanlı Yusuf isminde körpe bir çocukla karşılaştı. 
Herkes er meydanlarının pek yaman kurdu Kel Aliço'nun bu “tüysüz kızan”ı karşısına çıktığına pişman edeceğini umuyordu. Ancak Deliormanlı Yusuf, öylesine yaman bir güreş çıkarıyordu ki, buna Kel Aliço da şaşırmış ve güreş alemindeki meşhur gaddarlığını dahi ortaya koymaktan çekinmemişti. 
Ancak saatler uzayıp gittiği halde Aliço neticeyi lehine çeviriyordu. Üstelik ilerlemiş bir yaşta bulunan ünlü pehlivanda yorgunluk alametleri başgöstermeye başlamış ve durumu tehlikeye düşmüştü. 26 yılın başpehlivanı Aliço'nun böyle bir pehlivana yenilerek güreş dünyasındaki tahtını kaybetmesine kimsenin içi razı gelmiyordu. Havanın kararmasını fırsat bilenler güreşi yarıda bıraktırmak istediğinde Aliço'nun gür sesi er meydanını kapladı: 
– A be burası Kırkpınar'dır... Er meydanıdır buncağaz. Burada yenişene kadar güreş tutulur. Zift fıçıları, çıralar ne güne duruyor? Tutuşturun oncağazları... Pişmiş güreş bırakılır mı hiç? Bu kızancağıza yenilmek kaderimde varsa bırakın yensin beni... Hem ben artık bu er meydanlarından çekileceğim. Aliço'yu yenmek talihini bir daha bu Yusufcağız nerede bulacak? 
Aliço'nun bu sözleri Yusuf'u öylesine duygulandırmıştı ki, gözyaşlarını tutamadı ve büyük ustanın eline sarılıp öptükten sonra titrek bir sesle ona adetâ yalvardı:
–Ustaların ustası, pehlivanların pehlivanı, koçyiğit ağam benim! Gel bırakalım şu güreşi. Sözlerinle yendin sen beni. Elimde ayağımda derman komadın. Bu söylediklerinden sonra ben seni tutamam gayri. İstersen sen tut beni, vur sırtımı yere... 
Aliço da meydanı çevreleyen kalabalığı teşkil edenler gibi çok duygulanmıştı. Nerede ise ağlayacaktı. Deliormanlı Yusuf'un alnına sıcak bir bûse kondurdu: 
– Bu meydan bundan sonra senindir artık. Senin gibi bir pehlivan ortaya çıktıktan sonra gözüm arkada kalmadan ayrılacağım buralardan. Ödül de, başpehlivanlık da senindir. İkisine de güle güle sahip ol. İkisi de sana helal olsun oğul, dedi. 
Ve o günden sonra Türk güreşinde Koca Yusuf'un devri başladı. Er meydanlarında kasırgalar yaratıp rakip tanımayan bir kuvvet olarak ortaya çıkan ve yalnız cüssesinden ötürü değil, güreş değerinden ötürü de “Koca” sıfatını alan büyük Türk pehlivanı yenecek rakip bırakmadı. Bunu fırsat bilen açıkgöz organizatörler onu Avrupa'ya götürdüler.Avrupa'dan sonra Amerika'da yaptığı güreşleri de kazanan ve dünyanın en ünlü pehlivanlarını sıraya dizen Koca Yusuf'a Amerika'da milyoner bir kadın aşık olmuştu. Bu kuvvet ilahından çocuk sahibi olmak istiyordu. Yusuf bunu işittiği zaman, “Ben buraya damızlık gelmedim” diye kükredi. 
Avrupa ve Amerika'daki güreşlerinden 800 altın kazanmıştı Koca Yusuf. Bunları kemerine yerleştirip Fransız bandıralı La Buorgogne varupu ile yurda dönerken bindiği gemi Atlas Okyanusu'nda sis yüzünden İrlanda bandıralı Cromartyshre gemisiyle çarpıştı. 721 yolcunun bulunduğu La Buorgogne, kaşla göz arasında sulara gömülüvermişti. 

Bu kez denizin içinde bir panik başlamıştı. Denize dökülenler, filikalara atlayıp canlarını kurtarmak istiyorlardı. Koca Yusuf da can havliyle bir filikanın kenarına yapışmıştı. Filika'da bulunanlar onun heybetli vücudu ile sandalı devirmesinden korktular. Önce yüzüne, kafasına kürekle vurmayı denediler. Fakat dev yapılı adamın çelik pençeleri sanki filikaya kilitlenmişti. Yarılan kafasından ve suratından akan kanlar posbıyıklarının üzerine doğru iniyordu. Onun bu hali filikada bulunanlara daha büyük bir dehşet vermişti. İçlerinden canavar ruhlu bir tanesi filika içinde bulunan ve ipleri kesmek için kullanılan ufak bir baltayı kaptığı gibi o çelik pençelere vahşi bir ihtiras içinde rastgele indirmeye başladı. Bileklerinden kesilip kopan o çelik pençeler gevşedi ve Koca Yusuf'un o dev vücudu Atlantik Okyanus'unun derinliklerine doğru gümülüp gitti...
( Alıntı )

Ata Sporumuz Güreş


Türk güreş tarihi konusunda bir izah yapmak gerekirse, bunu üç kısimda ele almada fayda vardır.
I. Devir : XIX. asrın başına kadar gelen ve daha çok daha önceki tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,
II. XIX. asrın başında Koca Yusuf’a kadar (1830-1890) geçen ve daha çok söylentiler halinde bilmen devre,
III. Devre Koca Yusuf tan bu yana vesikalara dayanılarak bilinen devredir.
Güreş dergahları, yağlı güreşin kaideleri teknik oyunların isimleri ile ilgili geniş bilgi almak için Evliya Çelebi’nin “Seyahatnamesi” eşsiz bir kaynaktır. Çelebi’ye göre yağlı güreşin önceleri yağlı mermer üzerinde lakin daha sonra çayır üzerinde yapılmaya başlandığı bilinmektedir.
Yağlı güreş geleneği bizi tabii olarak Kırkpmar hikâyesine götürmektedir. Osmanlılardan ilk defa Rumeli kıyısına çıkan Orhan Gazinin erkek çocuğu Süleyman Paşa’nın yanında bulunan ve hepsi de bu bölgenin fethinde şehit olan Kırk yiğidin isminden Kırk pınara gelindiği ileri sürülmektedir. Söylentiye göre Süleyman Paşa’nın liderleri olan Kırk yiğit Rumeli içindeki ilerlemelerinin her molasında silahlanm bir kenara bırakıyor, kısbetlerini giyiyor ve güreş tutuyorlardı. Bunlardan Anadolu yakasındayken güreşini bitirememiş iki kişi bir gün Edirne civarında bir çayırda tekrar tutuşurlar. Ancak bütün gün güreştikleri halde bir türlü yenişemezler. Ay ışığında da gece yansına kadar güreşen pehlivanlar nihayetinde son soluklarını verirler ve bir incir ağacının altına gömülürler. Bir müddet sonra o bölgeye dönen ve arkadaşlannın kabrine’ bir taş dikmek isteyen diğer kahramanlar incir ağacının altında kristal gibi suların kaynadığını ve kırk tane pınarın aktığım görürler.
Dünya çapında bir takım ülkelerin tarihi ve geçmişte yaptıkları hizmetler, oldukça kısıtlı olsa da bir takım arkeoloik kazılar ve vesikalarla günümüze kadar erişmiştir.
Bu konuda ülkemizde çok sayıda kaynağa rastlan-masına rağmen yapılan incelemeler dar bir etraf içerisinde kaybolup, kalitesini yitirmektedir. Ne yazık ki, ülkemize güreşi incelemeye gelen bir hayli yabancı uzman, tekniklerimizi kılavuz edinerek ve ihtiyaç duyulan değişikliği yaparak çağdaş güreş halinde çeşitli çalışma yollarıyla kuvvetli takımlar oluşturup, galibiyetten galibiyete koşmaktadırlar. Güreşçilerimizin spesifik tekniklerini filme alarak saklı silâhlı stratejiyle çıkarak muvaffakiyet olma hedefini seçtiler ve bunda da başarılı oldular. Güreşte dünyaca ün yapan Yaşar Doğu, Mustafa Dağıstanlı, Hüseyin Akbaş, Hamit Kaplan, İsmet Atlı, Ahmet Aylık .. vb güreşçimizin temel teknikleri diğer ülke otoritelerince kök söktüren teknikler olarak sözlüklerine girmiş bulunmaktadır. Bir hayli çalışmalar yapıldı, yeni yeni varyasyonlar, stratejide kombinasyonlar hazırlandı. Teknik-strateji çalışmalarda yeni yeni formlar seçildi. Çalışma formasyonuna, bilimselliğe istikamet verilerek bir hayli yeniliklere değinildi. Çabalı çalışmalar neticesinde pozitif sonuçlar ele geçirildi. Vaktin askeri taktiğine göre silahlı gücümüzde kullanılan ateşsiz silâhlardan süngü, mızrak, ok, yay vs. kullanılarak ikisinin genelde bedeni düzgün, kuvvetli ve sıhhatli bir er olması gerekliydi. Bir hayli belirti ve araştırmalara göre erlerimizin güçlü, kuvvetli yetişmelerinde güreş sporunun katkısının büyük olduğu Ulusumuzca malûmdur. Bedensel gücün geliştirilmesinde güreş, çeşitli amaçla kuvvet ve beceri kazanma unsuru olarak yapıldığı gibi halkımızın da üstün bir zevki haline gelmiş, saraylarda dahi güreşler tertip etmiştir. Köy ve kasabalarımızın günlük yaşantılarında en ufak bir bayram şenliğinde güreşler yapılmadan geçmesi pek nadirdir. Başanlı olan güreşçilerimizin birer milli kahraman olarak sevilip sayılmış, yetişen her becerili ve ümit veren gence her çeşit maddi ve içsel yardımlarını da esirgememişlerdir.
Güreş yalnız kaba kuvvet sporu olarak kalmamış, değişen şartlara özel teknik ve taktikler uygulanmıştır. Yıllarca dış ülkelerde yurdumuzu temsil eden güreşçilerimiz özel ekol kazandırmaya başarmışlardır.
Amerikan sözlüğüne giren “Türk gibi güçlü” sözünün milletimize ve güreş sporuna otorite kazandırmalarında katkısı az değildir. Yıllardan beri ülkemizde uygulanan ve kısa sürede diğer Balkan ülkelerine sıçrayan karakucak ve yağlı güreşlerinde temel teknik olarak kullanılan tek ve çift dalmalar, sarmalar, sarma kleler, kündeler ters paçalar, elense çekmeler güreşte Türk ekolünü oluşturmaktadır.
Ülkemizde de zamanında güreşe büyük önem verildiği inkâr edilemez. 1923 yılında Türkiye Güreş Federasyonunun kurulmasıyla ülkemizde modern güreş kaidelerini ve greko-romen tekniklerin öğretimi için Macar Peter getirilmiştir. Güreşçilerimiz öncelikle 1924 Olimpiyatlarına (Paris) katılmışlardır. 1936 yılında yapılan Berlin Olimpiyatlarında 61 kilo güreşçimiz Yaşar Erkan, greko-romen stilde Olimpiyat şampiyonu olmuştur. Türkiye güreşte gücünü 1948 Olimpiyatlarında bütün dünyaya göstermiştir. Serbestte 4, greko-romende ise 2 altın madalya alınmış ve takım sıralamasında İsveç’ten sonra 26,33 puanla ülkemiz ikinci sırayı almıştır. Güreşteki başarımız 1960 Roma Olimpiyatlarında da devam etmiştir. Serbestte 4, greko-romende 3 madalya ile Sovyetlerden sonra 31 puanla ikinci olunmuştur. Bu dönemden sonra diğer ülkeler güreş ile ilgili birçok çalışmalarla yeni yollar teknik-taktik üzerinde evalüsyonlar yaptılar. Ülkemizde ise modern güreşte 1972 seneninden bu yana bir düşüş görülmektedir. Çoğunlukla evvelki çalışmalar düzeyinde daha yoğun çalışmalara geçilse dahi, FİLA tarafından uygulanan yeni yeni kaideler üzerindeki değişikliklere yalnızca hakem açısından bakılmış, sporcular ise yeni kaidelere alışmakta güçlük çekmişlerdir. Güreşte tabana dönük uzun vadeli çalışmalar için yatırımlar yapılmayınca pek tabii ki, ele geçirilen basanlar da periyodik ve daimi olmamaktadır. Bir veya iki müsabakayı geçmeyen yetersiz sayıda pozitif netice alınmaktadır. Bu yüzden ata sporumuzun kalkınabilmesi için ehemmiyetli meselelerden sayılan tabana dönük ve-uzun vadeli yatırımlar kabiliyetli uzmanlar tarafından geniş ölçüde ağırlık verilerek bilimselliğe yönelik çalışmaların gereksinimi duyulmaktadır.
Her sene şehir, kaza ve köylerimizde örgütleyen ve minder güreşine kaynak oluşturan onlarca yağlı ve karakucak güreşlerine genç güreşçi katılmaktadır.
Her ne kadar bir sporcunun güreşe erken yaşta başlaması gerekiyor ve gelişim süreci içerisinde temel motorsal özelliklerin güreşin gerektirdiği koşullara uygun bir biçimde geliştirilmesi isteniyor ise de, teknik personel ve malzeme yetersizliği nedeniyle günümüz şartlarında geniş sporcu kitlesine hizmet etmek oldukça hudutlu kalmıştır.
( ALINTI )

Türklerde spor tarihi

Milattan Önce 3000 yıllarında Orta Asya da Türklerin yaşamında atın büyük önemi olduğunu görmekteyiz. Çocukların çok küçük yaşta at eğitimine başladığı o dönemin belgelerinde rastlanmaktadır. Bu uğraşta kadınların da yeri vardı.
Türklerin binicilikteki ustalıklarına, atla oynanan ve sportif değer taşıyan türlü oyun ve yarışlarla ulaştılar.
Günümüzde de Orta Asya ve Anadolu’nun bazı yörelerinde oynanan kaçma-kovalama nitelikli Gök-Börü, Kız-Börü ve Beyge oyunlarıyla, bir çeşit atlı hokey oyunu olan çögen ve de savaş oyunu olan attaki cirit atma oyunlarında rastlamaktayız.
GÖK-BÖRÜ : Oyunu değişen lehçelerce Kökperi, Kopkeri gibi isimler de almıştır. Bu oyunda asıl olan kesilmiş ve içi temizlenmiş bir oğlak veya hayvanı eğeri ile bacakları arasına sıkıştıran ve dört nala koşan bir atlının, kendini kovalayan atlılara sınırlanmış bir alan veya alanda bir turu tamamlayarak puan alması biçimindeydi. Oyun tek kişiler veya gruplar arasında da oynanırdı. Özbek Türklerinde bu oyunu, üzerinde, sular, hendekler ve yükseklikler bulunan bir arazide oynadığını görüyoruz.
KIZ-BÖRÜ : Evlilik törenlerinde kesilmiş hayvan, kız tarafından kaçırılır ve damat tarafı gelini kovalardı. O zaman bu oyun Kız-Börü adını alırdı.
BEYGE : Atlı oyunların bir başka şekli de düğün törenlerinde kız ve erkeğin bir mesafe içinde karşılıklı olarak Beyge (Babiga) oyunuydu. Amaç hedefe önce varmaktı.
ÇÖĞEN: Eski Türkler arasında yaygın bir oyundu. Bu oyun bugün adına Tibet dilinde top anlamına gelen Puludan alınarak Polo denilen atlı hokey oyununun ilk şeklidir. İlk defa Türkler tarafından oynandığı söylenen bu oyun, İranlılarca çevkan, Bizanslılarca da çukanyan adı ile oynanmıştır.
CİRİT : Bugün Anadolu’nun birçok yerinde oynanan atlı cirit oyunu, eski Türklerin çok sevdiği bir binicilik oyunuydu. Cesaret, algılama sürati, refleks, denge gibi emosyonel ve motorik özellikleri bünyesinde barındıran bu oyun iyi bir binicilik ve ata hakim olmayı gerektirirdi. Eski Yunan yazar ve komutanlarından Xenophon MÖ 360 yılında Binicilik Sanatı adlı eserinde, Türklerin cirit oyununa benzeyen bir mızraklı süvari oyununu halkına öğütler. Eski Romalıların yüzyıllar boyunca oynadıkları Troia oyununun da aslı cirit oyununa benzemektedir.
MIZRAK : Türkler boyu 1.5 metre uzunluğundaki ucu sivri taze servi ağacından yapılmış mızraklarla hedef tahtasını delmeyi veya sivri değnekleri toprağa saplama alıştırmaları yaparlardı.
KOŞU : Ayrıca, çeşitli sosyal etkinliklerle ilgili olarak (ölüm, doğum, düğün, sosyal yardım v.b.), bozkır atları ile 10- 14 kilometre, hatta 100 kilometrelik arazi koşuları yapılırdı.
OK ATMA : Ayrıca eski Türkler de birçok sosyal etkinlikte yine ok atma veya ok üzerine içilen antlar gözlenmektedir. Okla uzağa atma veya hedefe atma oyunları vardı. Ayrıca, at üzerinde de ok atma oyunları vardı. Bu konudaki en eski belgeler MÖ 1000 yılda Tibet bölgesinde bulunan kayalara işlenmiş fresklerdi.
Yarış amacıyla atılan okların ilki cepheden, ikincisi yandan ve üçüncüsü de hedefi geçtikten sonra geriye dönülerek atılırdı. Günümüzde Japonya da bazı dinsel törenlerde benzeri yarışmalar yapılmaktadır.
KILIÇ OYUNU : Türklerin geliştirdikleri eğri ve tek yüzlü kılıçlarla oynanan çeşitli dans ve oyunlar vardı. Bugün Türkmenistan da çeşitli kabilelerde bu dans ve oyunlar devam etmektedir.
GÜREŞ : Asya da en çok sevilen spor dallarından biri de güreşti. Çeşitli bayramlarda ve özel günlerde güreş ile ilgili şenlikler düzenlenirdi. Yapılan kazılarda çeşitli süs eşyalarının üzerine işlenmiş güreş figürlerine rastlanmaktadır. Günümüzde yağlı güreşçilerin giydiği kısbeti, İskit Türklerine ait bir kemik avadanlığın üzerine işlenen güreşçi figüründe görmek mümkündür.
KAYAK : MÖ 100 yıldaki eski Çin kaynaklarına göre Amur Bölgesinde oturan Türk  kabilesinin yaşantısı hakkında bilgi verilirken, halkın ayaklarına 15 cm genişliğinde ve 160 cm uzunluğunda  tahtalar takarak kar ve buzda ev hayvanlarını kolaylıkla avladıklarından söz edilmektedir. Bu da kayak sporunun tarihteki ilk örneklerinden biridir. Tarihçi Prof. W. Eberhard yine bu kaynaklara dayanarak eski Türklerde kayak ve kayakçılığını mevcut olduğundan söz eder. Yine MÖ 500 yıllarında  Çin halkının ayaklarında kayakla gördükleri Türkler için “tahta bacaklı, at ayaklı, benekli ala at” gibi  tanımlar kullandığı saptanmıştır. İsviçreli Prof. Hess kayak tarihini incelerken “Bütün kış karla örtülü olan Sibirya’nın kayakçılığın asıl vatanı olması tabii olduğu gibi, tarihi deliller de Sibirya’nın en kuzey noktalarında yaşayan Türk ve Moğol kavimlerine” kayağın buluşunun ait olduğunu söylemektedir.
YÜRÜYÜŞ : Eski Türklerin dinsel geleneklerine göre yaptıkları çeşitli sportif etkinlere Kırgızların çocukların doğumunda, kadınların da katıldığı 265 km lik bir mesafe üzerinden geleneksel yürüyüş yaptıkları,
ATLAMA-SIÇRAMA : Tunguzların düğün törenlerinde  107 kilometrelik yaya koşular düzenlediği, hız alarak çift ve tek ayakla uzun atladıkları,
TEPÜK : Yine Orta Asya da futbola benzeyen Tepük adıyla oynanan bir oyundan Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ül Türk adlı eserinde söz etmektedir.
Osmanlılar da ise güreşten, at binmeye, ok atmadan, çevgene kadar çeşitli sportif etkinlikleri görüyoruz. netten alıntı
Kaynaklar:
1-Kahraman, Atıf:
Osmanlı Devletinde Spor.Kültür Bakanlığı Yayınları.1995.
2-Olimpik Hareket:
TMOK Yayını.s.10-12.1988
3-Osmanlıda Spor Sempozyumu:
Selçuk Üniversitesi Bed.Eğt. ve Spor YO. Yayını 1999
4-Tayga, Yunus:
Türk Spor Tarihine Genel Bakış.GSGM Yayınları. No:87 Ankara. 1990
( Alıntı )

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Deneme3

de

Ertuğrul Gazi

Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yaygın görüşe göre Ertuğrul Gazi 1189´ da doğmuş 1231 de Söğüt e yerleşmiş 1281 vefat etmiştir. Babası Süleyman Şah, annesi Hayme Ana, eşi ise Halime Hatundur. Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gâzinin babasıdır. Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şahın oğludur. Cengiz´in İslâm memleketini talan ettiği sırada babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabîlesiyle berâber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ´yı geçip, Oğuzların yoğun olduğu Ard havzasına gelmiştir. 1220´lerde Horasan´ın kuzey sınırına, oradan Karakum Gölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat´a ulaşmıştır. Moğol ateşinin Doğu Anadolu´yu da sarması üzerine kabîlesine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Rakka civarında Ca´ber Kalesi yakınında Fırat Nehrinden geçerken boğulmuştur. Babalarının vefâtından sonra, Ertuğrul Gâzi kabîleye reis seçildi. Ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabîle mensuplarıyla berâber Ahlat´a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Beyle berâber batıya hareket etti. Sivas yakınlarında konakladıkları sırada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaşına şâhid oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, yiğitlik ve mertlik esaslarına göre, kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gâzi gâlip gelmelerini sağladı. Bunun üzerine Selçuklu Devletinin hükümdârı bulunan Sultan Alâeddîn, Ertuğrul Gâziye iltifât ederek hil´at gönderdi ve Ankara yakınındaki Karadağlar mıntıkasını ıktâ olarak verdi (1230). Ertuğrul Bey, bir müddet burada kaldıktan sonra, oğlu Savcı Beyi Konya´ya gönderince, Bursa ile Kütahya arasındaki Domaniç Dağları yaylak, Söğüt ile Karacaşehir kışlak olmak üzere kendilerine verildi. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzî aşiretiyle berâber gelip, Söğüt ve Domaniç´e yerleşti. O civarlarda oturan Afşar (yâhut Alişar) ve Çavdar aşîretlerinin etrâfa verdikleri zararlara mâni oldu. Hıristiyan tekfûrlarla da iyi geçinmeye dikkat etti. ertugrulgaziturbe1Adâleti, halka olan iyi muâmele ve yardımları o kadar çoktu ki, Hıristiyan tebaa bile kendisini sevip sayıyordu. Ertuğrul Gâzinin günden güne kuvvetlenmesi Karacahisar tekfûrunu kendisine cephe almaya yöneltti. Bunun üzerine Ertuğrul Gâzi Konya´ya giderek Sultan Alâeddîn´i bu hisarın fethine teşvik etti ve berâberce gelerek Karacahisar´ı kuşattılar. Moğolların Konya Ereğlisi´ni kuşatması üzerine, Sultan Alâeddîn geri döndü. Ancak Ertuğrul Gâzi muhâsaraya devâm etti. Bir müddet sonra kaleyi fetheden Ertuğrul Gâzi, tekfûru ve diğer esirleri kardeşi Dündar Gâzi ile birlikte Konya´ya Sultan´a gönderdi. Ertuğrul Gâzi, Selçuklu Sultânı Alâeddîn´in vefâtına kadar altı sene etrâfın fethi ve İslâmiyetin yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultânın vefâtından sonra, Selçuklu hükümdârları arasındaki taht ve taç kavgalarına karışmayarak Söğüt uç bölgesinde tekfûrlarla mücâdeleye devâm etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşındayken Söğüt´te vefât ederek oraya defnedildi. Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerden devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebaasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı. Çok cömert olan Ertuğrul Gâzi, fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi. Yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslâmiyeti sevdirdi. Ertuğrul Gâzinin ölümünden sonra, küçük oğlu Osmân Gâzi, kavim ve kabîlesinin reisi oldu. Osman Beyin bağrından çıkarak denizleri, diyarları, kıtaları ve ülkeleri muhteşem dalları arasına alacak olan çınarın kökü toprağa yayılmaya başladı. Öyle ki, bu çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı Saâdetten sonra, bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde tam altı asır yaşadı. (alıntıdır)

HİTLERİN GERÇEK GİZLİ TARİHİ

Almanya’da Hitler iktidarının yaşandığı dönem, Siyonistlerin birtakım gizli planlarını gerçekleştire­bilmeleri için önemli bir fırsat olmuştur. Her ikisi de ırkçı birer ideoloji olan Siyonizm ve Nazizm arasında gizli bir ittifak olduğu, pek çok tarih bilimci tarafından ele alınmış bir gerçektir. II. Dünya Savaşı sırasında bütün Avrupa’yı kasıp kavuran Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti, Almanya’da ilk ortaya çıktığı zaman henüz kimse tarafından tanınmaz ve kendilerine taraftar dahi bulamazken, önce ülkenin önde gelen Siyonist sanayicileri tarafından destek gördü. Krupp, I.G Farben ve diğer bazı Yahudi şirketlerin sahipleri 1929 yılında bu partiye girdiler: “Toplantıda bulunanlar arasında, bir gün içinde Nazi oluveren Krupp von Bohlen, I.G Farben’den Bosch ve Schnitzler ile Birleşik Çelik Kurumu’ndan Voegler vardı.” (Nazi İmparatorluğu, William Shirer, sf.304). Bu kişiler daha sonra partide, faşist görüşe sahip Hitler’i destekleyen sanayiciler arasına katıldılar ve Hitler’i partinin başına getirebilmek için çok büyük paralar harcamayı göze alıp, istediği zaman kullanabileceği özel bir harcama fonu oluşturdular. Hitler’i 1933 yılında Almanya’nın başına getiren genel seçimlerde ona büyük maddi destek sağlayanlar ve seçim kampanyasının yürütülmesinde en büyük rolü oynayanlar da aynı Siyonist finansörlerdi. Diğer yandan Yahudi bankerler de Hitler’e istediği zaman istediği miktarda maddi yardımda bulunuyorlardı. Özellikle uluslararası alanda çalışan Yahudi banker Warburg, aralarında Rockefeller’ın da bulunduğu Amerika’daki diğer Yahudi bankerler adına Hitler’le temasa geçmiş ve ona çok yüksek miktarda maddi destek sağlamıştı: “Warburg Almanya’ya geldiğinde Hitler’in danışmanlarıyla görüşmeler yaptı. Temsil ettiği Amerikalı finansörler adına Führer’e başa geçmesi için 10 milyon dolar vaat etti. Hitler, Wall Street’teki koruyucularıyla devamlı mektuplaşıyordu: ‘Hareketimiz Almanya’da büyük bir hızla gelişiyor. Bana gönderdiğiniz para bitti. Bir daha ki sefere ne kadar alabileceğimi bana bildirmenizi önemle rica ediyorum’. Hitler.” (La Haute Finance et les Revolutions, Henry Coston, sf.27) “Hitler’in bu ricası Yahudi bankerler tarafından karşılıksız bırakılmadı. Yapılan kısa bir toplantıdan sonra Nazilere 15 milyon dolarlık yeni bir yardımın yine Warburg aracılığıyla yapılması kararlaştırıldı.” (La Haute Finance et les Revolutions, Henry Coston, sf.29) Maddi yardımda bulunanların bir diğeri ise, dünya petrol pazarının en büyük dilimlerinden birini alan Royal Dutch Shell şirketinin sahibi Samuel Ailesi’ydi: “Hitler’in diğer bir destekçisi Samuel Ailesi’nce kurulan ‘Royal Dutch Shell’den Sir Henry Deterding’di. Oswald Dutch’ın yazdığına göre 1931′de Sir Henry Deterding ve destekçisi Samuel Ailesi, Hitler’e 30 milyon pound verdi.” (The World Order, A Study in the Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.109) Yahudi sanayici ve bankerler Hitler’e sağladıkları büyük maddi destek ve bunun karşılığında elde ettikleri imtiyazlarla ülkenin gerçek hakimi durumuna gelmişlerdi: “Hitler paraya ihtiyacı olduğu zaman Alman Yahudisi finansör Siegmund Warburg ailesinden milyonlarca dolar alıyordu… Bu sırada Warburg gibi yüzlerce Yahudi banker aile, hakimiyetleri altına aldıkları ülkede zenginleştiler.” (Les Secrets de L’Empire Nietzschéen, Aron Monus, sf.614) Siyonistler Hitler’i maddi olarak desteklerken, aynı zamanda bu desteklerini Almanya’daki resmi örgütleri olan “Almanya Siyonist Federasyonu” vasıtasıyla da yazılı olarak Nazi Partisi’ne bildirmişlerdi. 21 Haziran 1933′de Federasyon’un Hitler’e gönderdiği destek mektubunda şu ifadelere yer veriliyordu: “Irk ilkesini hayata geçiren yeni (Nazi) devletin temelleri üzerinde kurulacak yapı içerisinde, bizler de, kendi topluluğumuza ayrılacak alanda baba yurdu (Fatherland) için elimizden gelen her türlü verimli faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz…” (Zionism, Brenner, sf.48) Bu düşünce doğrultusunda Siyonistler ilk olarak o dönemde büyük ekonomik kriz içinde bulunan “Babayurdu” Almanya’yı tekrar canlandırmaya çalışmışlar ve “Dünya Siyonist Örgütü” vasıtasıyla Nazi mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa’da dağıtımcılığını yapmışlardır. (The Hidden History of Zionism, 1988, Ralph Schoenman, sf.51) II. Dünya Savaşı sırasında da Hitler’in en büyük destekçileri gene Siyonistler oldu. Yahudi şirketleri Hitler’in ihtiyaç duyduğu lojistik desteği büyük ölçüde sağladılar: “Hitler’i savaşa sokmak için ona top güllesi ve petrol konularında garanti vermek gerekiyordu. İsveç Enskilda Bankası’ndan Yahudi Jacob Wallenberg ‘SKK’ top güllesi üretim fabrikasını kontrol ediyordu ve Nazilere savaş boyunca gülle top mermisi sağladı. Rockefeller’in sahibi olduğu ‘Standard Oil’, Nazi gemilerine ve deniz altılarına İspanya ve Latin Amerika’daki istasyonlarıyla petrol sağladı. II. Dünya Savaşı başlamadan önce, ‘Ethyl-Standard’, 500 tonluk ethyl kurşununu Warburgların sahibi olduğu ‘I.G Farben’ aracılığıyla ‘Reich Hava Kuvvetleri Bakanlığı’na gönderdi ve ödeme 21 Eylül 1938 tarihli bir teminatla Brown Bros Harriman tarafından gerçekleşti.” (World Order, A Study in the hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.63) Hitler ise, Siyonistlerin kendisine verdikleri desteği şu ifadesiyle açıkça ortaya koyuyordu: “Yahudiler bana mücadelemde önemli katkılarda bulundular. Hareketimizde çok sayıda Yahudi beni mali olarak destekledi.” (Hitler m’a dit, Hermann Rauschning, sf. 265) Hitler ve Yahudi Göçü Siyonistlerin ırkçı ve faşist düşünceye sahip bir partiyi desteklemesi ilk anda çelişkili gibi görülebilir. Fakat, o dönemde Siyonist liderlerin ulaşmak istedikleri hedef dikkate alındığında, Nazilerin yaptıklarının Siyonist amaçlarla uyum içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Siyonistlerin o dönemde ulaşmak istedikleri hedef, Filistin’deki Yahudi nüfusunu artırmak ve böylelikle güçlü bir Yahudi Devleti kurmaktı. Bunun için dünyanın dört bir tarafında dağınık halde yaşayan Yahudilerin Filistin’e göç etmesi gerekiyordu. Fakat Siyonist lider Theodor Herzl’in yaptığı çağrılara Avrupa’da ve de özellikle Almanya’da yaşayan Yahudiler -iyi hayat standardına sahip olmaları nedeniyle- olumlu cevap vermemiş ve bu çağrıyı duymazlıktan gelmişlerdi. Bu durum karşısında Siyonist liderler, Filistin’e göçü sağlamak için, Almanya’nın Ari ırk dışındaki tüm unsurlardan temizlenmesi gerektiğini düşünen Hitler ile iş birliği yaptılar. İşte Siyonistlerin desteğiyle iş başına gelen Hitler ile Siyonistlerin en önemli ortak paydası buydu: Yahudilerin Almanya dışına çıkarılması. Yurtlarından çıkarılan Yahudilerin Filistin’e yönlendirilmesi ise Siyonistlerin sorumluluk alanıydı. “Naziler ve Siyonistler Yahudilerin Almanya’dan Filistin’e mallarının bir bölümüyle göç etmelerini sağlamak için beraber çalıştılar.” (Die Geschichte des Zionismus und des Staates Israel, Conor Cruise O’Brien, sf.130) Göç Anlaşması İmzalanıyor Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulabilmesi için öncelikle Hitler ile Siyonist liderler arasında bir anlaşma imzalandı: “Wilhelmstrasse’nin gizli arşivleri, Hitler İmparatorluğu ile Yahudi örgütleri arasında, Alman Yahudilerinin Filistin’e göçlerini kolaylaştırmak amacıyla bir anlaşma imzalandığını ortaya koymaktadır.” (Theodor Herzl, Paris 1960, A. Chouraqui, sf.225) “Hitler, antisemitik liderler olan Luger, Schönerer ve diğerlerinin taktiklerini kullandığı halde, politikada antisemitik işlemler uygulamaktan oldukça uzaktır.” (The Universal Jewish Encyclopedia, cilt 5, sf.400) Siyonistler ile Hitler arasındaki bu ittifakın temel dayanak noktası ideolojik benzerliklerdir. Nazizm de Siyonizm de ırk saflığını savunmaktadır. Hitler’in Ari ırkı oluşturmak için yaptığı çalışmalarda, Yahudileri Alman toplumunun dışına itmesi, Siyonistler tarafından anlaşılması hiç de zor olmayan bir tutumdur. Çünkü Siyonistler de Yahudilerin üstün bir ırk olduğu ve diğer ırklarla karışmamaları gerektiği iddiasındadırlar. Bu durumda, Siyonistler için –kendi planlarına göre- Hitler’in politikaları karşısında yapılması gereken en akılcı hareket, minimum zarar ile maksimum fayda sağlamaktır. Bu da, bir yandan Hitler’i desteklemekle, bir yandan da Almanya’da yaşayan Yahudileri Hitler’in zulmünden koruyabilmek için hızlı bir şekilde Filistin’e ulaştırabilmekle mümkündür. Siyonizm Sempatizanı Nazi Subayı: Reinhart Heydrich Gestapo şefi Heydrich, Nazilerin Siyonist ideolojiye duydukları sempatiyi, Siyonistlere seslenen şu mesajıyla açıkça ortaya koymuştu: “Kendilerine iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz.” (Zionism, Brenner, sf.85) Reinhart Heydrich, SS’lerin Das Schwarze Korps adlı resmi yayın organında Siyonizmi öven bir yazı yazdı. Heydrich, Yahudiler arasında iki temel grup (asimilasyonistler ve Siyonistler) olduğunu ve Siyonistlerin de kendileri gibi ırk düşüncesine sahip olduğunu yazıyordu. Ona göre asimilasyonistler tehlikeliydi, ama Siyonistlerle iş birliği yapmak çok makuldü. Yazısının sonunda Yahudi kafadarlarına duygusal mesajlar vermişti: “Filistin’in binlerce yıldır hasret olduğu kızlarına ve oğullarına kavuşacağı zaman uzak değildir. Onlara tüm iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz.” Ancak savaş yıllarının başlaması ile birlikte tüm Almanya’daki ve Avrupa’daki Yahudiler arasında büyük bir korku başladı. Milyonlarca masum Yahudiİ çocuk, kadın, genç, ihtiyar ayırımı yapılmadan korkunç bir soykırıma maruz kaldı. Dünya tarihinin en büyük katliamlarından biri olan bu vahşet, yaklaşık 6 milyon masum Yahudinin hayatına mal oldu. Kurtulabilen Yahudilerin bir kısmı Filistin topraklarına bir kısmı da ABD gibi diğer ülkelere göç etti. Ne var ki, Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için Nazi Almanyası ile kirli bir iş birliği yapan Siyonistler, Soykırım yıllarında bile Nazilerle dirsek temasını korumuşlar, dahası Yahudilerin Nazi zulmünden kurtarılması için en ufak bir girişimde bulunmamışlardır. Bu, tarihsel kanıtlarla belgelenmiş bir gerçektir. Amerikalı Yahudi tarihçi Lenni Brenner, “Zionism in the Age of Dictators” adlı kitabında, II. Dünya Savaşı sırasında asimilasyonist Yahudi organizasyonlarının Nazi işgali altındaki ülkelerdeki Yahudileri kurtarmak için ellerinden gelen herşeyi yaptıklarını yazar. Ancak, Brenner’ın özellikle vurguladığı gibi, Siyonistler Naziler’in elindeki Yahudilerin kurtarılması konusu ile hiç ilgilenmemişler, hatta bu konudaki çabaların bir kısımını engellemişlerdir. Brenner, WZO’nun (Dünya Siyonist Örgütü) bu konudaki tepkisizliği karşısında, pek çok Yahudinin “Avrupalı kardeşlerimiz katledilirken, siz nasıl buna sırt çevirebilirsiniz?” mantığı ile isyan ettiğini yazar. (Zionism in the Age of Dictators: A Reappraisal, Lenni Brenner, Chicago, 1983, s. 233) Polonyalı Siyonist lider İzak Gruenbaum, bu konuda Siyonistlere yöneltilen suçlamaları ve kendilerinin cevabını 1943′teki bir yazısında şöyle anlatır: “Şu içinde bulunduğumuz dönemde, Eretz İsrail’de bazı yorumlar yapılıyor. Bize, ‘Eretz İsrail’i (İsrail topraklarını) şu zor günümüzde öncelikli hedef yapmayın, Yahudiler yok edilirken yalnızca Filistin ile ilgilenmeyin’ diyorlar. Ben bunu kabul etmiyorum. Ve insanlar bize ‘Keren Hayesod’dan (Filistin’deki Siyonist fon) Avrupalı Yahudileri kurtarmak için para ayıramaz mısınız?’ diye soruyorlar. Ben de ‘hayır’ diyorum. Tekrar ediyorum, ‘hayır’… Bence Siyonist hareketi ikinci sıraya koymaya çalışan bu eğilime karşı çıkmalıyız. Ve bu yüzden insanlar bize ‘antisemit’ diyorlar, Yahudileri kurtarma işlerine öncelik tanımadığımız için.” (Zionism in the Age of Dictators: A Reappraisal, Lenni Brenner, Chicago, 1983, s. 234) Adolf Eichmann’ın Kontrolünde Filistin’e Göç Siyonistler ile Naziler arasındaki görüşmelerin bir neticesi olarak, Yahudilerin Almanya’dan çıkarılmaları Siyonistlerin denetiminde gerçekleştiriliyordu. Hitler, Yahudilerin Filistin topraklarına güvenli ve düzen içinde göç edebilmesi için bu işin başına Adolf Eichmann’ı getirdi. (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.6) “1938 Martı’nda Avusturya’nın fethiyle beraber Eichmann, Yahudi göçünü ilerletmek üzere oraya gönderildi. Kendisini Yahudilerin göç politikasına adadı. Viyana’da kurduğu Yahudi göç merkezi çok başarılıydı.” (Encyclopedia Judaica, cilt 6, sf.517-518) Eichmann, düzenlediği göç operasyonunun, Siyonist çıkarlar doğrultusunda yürütüldüğünü şu ifadeleriyle açıkça ortaya koymuştu: “Zihnimde tasarladığım çözüm, Yahudilerin ayaklarının altına katı, taze toprak koymak. Böylece kendilerine, sadece kendilerine ait toprakları olacak. Ben böyle bir çözüme memnuniyetle katılırım.” (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.51) “Benim kişisel çabam Yahudilere toprak ve vatan sağlamak.” (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.45) Eichmann, Yahudilerin göçünü sadece Viyana’da değil, Avrupa’nın diğer yerlerinde de organize etti. Macaristan’daki Yahudilerin göçünü sağlamak için Dr. Rudolf Kostner adındaki Yahudiyle iş birliği yaparak onunla bir göç anlaşması imzaladı: “Eichmann’ın karşılaştığı Yahudiler arasında onun müthiş idealist diye söz ettiği Dr. Rudolf Kostner vardı. Onunla, Yahudilerin Macaristan’dan göç etmeleri için anlaşma imzaladı. Eichmann binlerce Yahudinin kanunsuz olarak Filistin’e göç etmesini sağladı.” (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.37) Eichmann 1939 yılında Çekoslavakya’nın Prag şehrinde bir başka Yahudi göç bürosu kurdu. Göç için yaptığı çalışmaları sadece kendi kurduğu göç merkezleriyle bırakmayan Eichmann, aynı zamanda soydaşı olan Heydrich’le de iş birliği yaparak Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırmaya çalışıyordu: Eichmann, 1941 yılına kadar yasal yollardan 250 bin Alman Yahudisinin Filistin topraklarına yerleşmesini sağladı. (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.54) Hitler’in “Satanist” Locası: Thule Hitler’in bir diğer ilginç yönü de, “Thule” adındaki kara büyü konusunda yoğunlaşmış olan mason locasına girip burada büyü ve büyücülük konuları ile ilgilenmiş olmasıydı: “Hitler, yalnızca yüksek dereceli masonların alındığı Kabala ile ilgilenen ‘Thule’ Mason Locasına kayıtlıdır.” (Modern Magick, Donald Michael Kraig, sf.33) “Sebottendorf, yazdığı kitapta ‘Hitler’den önce ben vardım’ diyordu. Hitler’in ilk kez kendilerine- ‘Thule’ ye geldiğini ve burada eğitildiğini açıkladıktan sonra, Hitler’in, Thule’nin aristokrat olmayan Almanlara açık olan yan örgütü Alman İşçi Partisi’ne, sonra da Thule’nin üyesi ve görevlisi Karl Harrer tarafından kurulmuş olan Münih’teki Alman Sosyalist Partisi’ne üye yapıldığını açıkladı.” (Hitler’den Önce Hitler’den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992) Hitler bu büyü örgütünde aldığı bilgiler doğrultusunda “nasyonal sosyalizm” düşüncesini oluşturmuş ve Nasyonal Sosyalist Parti de bu örgütün ön ayak olmasıyla kurulmuştu: “Hitler’in ünlü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), 1920′de, Thule tarafından başlatılan çabalarla kuruldu.” (Hitler’den Önce Hitler’den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992) Nitekim, “Thule”nin amblemi olan “Gamalı Haç” partinin de amblemi olarak kullanılmıştır: “Thule’nin amblemi, yukarıda da belirtildiği gibi, Gamalı Haç’tı.” (Hitler’den Önce Hitler’den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992) Hitler siyasi hayatının ilk yıllarında uluslararası Siyonist finansörler dışında “Thule” locasının da desteğini görmüştü: “Adolf Hitler, 1919′da Alman İşçi Partisi’ne katıldı, çünkü etkin bir Alman topluluğunun, aristokratların ve finansçıların oluşturduğu ‘Thule Locası’ tarafından desteklenmişti. J.H. Stein Bankasının sahibi ve Polonya bankacılarının ortağı olan Baron Kurt Von Schroder, Herrenklub’ün üyesi ve aynı zamanda Almanya’nın en etkin grubu ‘Thule’ Locası’nın lideriydi. ‘Thule’, 1919′da Hitler’in işini başlatmıştı. Schroder, tüm ITT’lerin ve Alman yan kuruluşlarının yöneticisiydi, SS Kıdemli Grup Lideri, Deutsche Reichsbank ve diğer yüksek seviyede yöneticilikleri vardı. Hitler’in yardımcısı Walter Funk, Schroder’le görüşerek uluslararası bankacılarla ilgili sorularda Hitler’in gerçek görüşlerini tartışıyordu. Funk, Schroder’i tatmin etmeyi başarıyordu ve böylece Nazi Partisi’ne finansal destek devam etti. 4 Ocak 1933′te Hitler, Baron Kurt Von Schroder ile, Cologne’deki evinde buluştu. Schroder, Hitler’e onu Almanya’nın Başbakanı yapmak için gerekli fonu sağlayacağına dair garanti verdi. Schroder’in J.H. Stein Bankası Hitler rejimi boyunca iş anlaşmalarına dahil olan bankaydı.” (The World Order, A Study in the hegemony of parasitism, Eustace Mullins, sf. 107-108) “Hitler için toplanan endüstriyel yardımlar Schroder Bank’a yatırılıyordu.” (The World Order, A Study in the hegemony of parasitism, Eustace Mullins, sf. 63) Nazilerin Karanlık Yönleri Siyonistlerin, tarihin çeşitli döneminde iş birliği yaptıkları, kullandıkları kişi ve örgütler olmuştur. Naziler bunlardan yalnızca birisidir. Masonluk ve alt-üst örgütlenmeleri de Siyonistlerin yakın dostları arasındadırlar. Fakat bu kişi ve örgütler genelde bazı ilginç özelliklere sahiptir. Para hırsı, zalimlik, ikiyüzlülük gibi özelliklerin yanında bazılarının cinsel sapıklıkları da oldukça ünlüdür. Nazilerin arasında homoseksüelliğin son derece yaygın olması, bu durumun en çarpıcı örneklerinden biridir: ADOLF HITLER: Hitler hastalıklı ruha sahip bir liderdi. Tarihin en dengesiz diktatörlerinden biri olan Hitler’in buna rağmen kitleleri ardından sürükleyebilmesinin en önemli nedenlerinden birisi ise, cahil kitleleri galeyana getirebilecek bir üslup ve stil kullanmasıydı. Halka yaptığı en önemli telkinlerden biri ise, kendisinin adeta insan üstü bir varlık olduğu idi. Mussolini’nin hayatını ele aldığımız bölümde gördüğümüz, faşist liderlerin kendilerini sözde birer ilahmış gibi gösterme çabası, Hitler’de de yoğun olarak görülmekteydi: “Açıkça görüldüğü gibi, Hitler kendisinin, Almanya’ya kurtarıcı olarak, insan üstü bir varlık gibi, özel bir görevle yükümlü olduğuna inanmaktadır.” (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.16) Hitler yaptığı toplantılarda da bu özelliğini ön plana çıkarıyor ve insanlar üzerinde bu şekilde hakimiyet kurmaya çalışıyordu: “Bütün bu toplantılar, doğaüstü ve dinsel bir hava yaratmayı amaçlıyordu, Hitler’in toplantı yerine girişi sözde bir ilah edası taşıyordu.” (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, sf.41) Bu yönüyle insanları etkilemekte o kadar başarılı olmuştu ki, halk artık onu insan üstü bir varlık gibi görmeye başlamış ve tüm iradenin Hitler’e ait olduğu sapkınlığına inanmıştı. Hitler’in Hava Kuvvetleri Komutanı olan Goering’in şu ifadesi bu durumu en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır “Vicdansızım ben. Benim vicdanım Adolf Hitler’dir.” (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, sf.52) Hitler’in içinde bulunduğu bu “üstün insan” olma sapkınlığı onda şiddete dayalı bir ruhun yansımasına da yol açtı: “Barbarlık, onur dolu bir sıfattır. Bu nedenle, tam anlamıyla barbar olmak istiyoruz.” (Cumhuriyet, 26 Kasım 1992, sf.12, Hitler’den Önce Hitler’den Sonra, Aytunç Altındal)  Hitler’in özel hayatı da birçok sapkınlıkla doluydu. Üst düzey Nazilerin çoğunda bulunan özelliklerden biri olan homoseksüellik Hitler’in de “alışkanlık”larındandı. Hitler gençliğinden itibaren bu tür bir kimliğe sahip olmuş ve gençlik yıllarında homoseksüellerle beraber yaşamıştı. Bu dönemde geçimini eşcinsel ilişkiler için kendisini kiralayarak sağladığına dair polis kayıtlarında çeşitli bilgiler yer almaktaydı: “İşte bu günlerde, üstelik eşcinsel ilişkiler için kendilerini kiralayan insanların kaldığı bir otelde kalıyor ve belki de bu nedenle polis kayıtlarına, bir ‘cinsel sapık’ olarak geçiyordu.” (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.172) Genel olarak bütün yakın korumalarını homoseksüel olan kişilerden seçmiş ve aynı zamanda kendisine homoseksüel eşler de edinmişti. Hitler, bu sapık ilişkilerinin, homoseksüelliğinin bilinmesinden hiç rahatsızlık duymuyor ve eşcinsel oluşunu gizlemeyip eşcinsellerin kendi aralarında kullandıkları bir ismi kullanıyordu: “Hitler’in normal kişilerden çok, eşcinsellerin yanında rahat ettiği doğrudur. Strasser’ın belirttiğine göre, kişisel korumalarının hepsi eşcinseldir. Rauschning, Hitler’in eşcinsel eşi olduklarını söyleyen iki oğlana rastladığını belirtmiştir. Hitler’in, eşcinsellerin, arkadaşları için kullandıkları “Bubi” adını kullandığı büyük bir olasılıkla doğrudur.” (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.164) ERNST ROEHM: Roehm, “Hücum Kıtaları” adı verilen ve ülkede çok büyük ağırlığı olan SA’ların lideridir. Aynı zamanda Hitler’in de en yakın çalışma arkadaşlarındandır. Nazilerin birçoğunda var olan özellik, Roehm için de geçerlidir: “Roehm ilk Nazilerin birçoğu gibi bir homoseksüeldi.” (Nazi İmparatorluğu, William L. Shirer, sf.75) Nazilerde homoseksüelliğin normal bir anlayış olarak halka benimsetilmesi adeta bir devlet politikası haline getirilmişti. Özellikle Roehm bunu topluma yerleştirebilmek için etkin bir şekilde faaliyet gösteriyordu: “Roehm, homoseksüelliği yeni ahlakın tabanı olarak tavsiye ediyordu. Tartışmalara yeni bir açı getirerek homoseksüelliği halka açık olan yerlerde teşhir ediyordu.” (Hitler’s Elite, Louis L. Snyder, sf.63) Hitler de aynı çarpık ahlak anlayışını savunduğundan dolayı halkın yoğun tepkilerine rağmen Roehm’ün bu yöndeki faaliyetlerine her zaman destek vermiş ve onu savunmuştur: “Roehm’ün özel yaşamı beni ilgilendirmez, ben ona mutlak olarak inanıyorum.” (I Knew Hitler, Ludecke, sf.477-478) Roehm homoseksüellik gibi bir sapkınlığı, halka, insanda muhakkak bulunması gereken, insanı yücelten bir özellik gibi göstermeye çalışıyor ve homoseksüel olmayanları aşağılayıp onları hor görüyordu: “Homoseksüelleri süper insanlar olarak görüyordu. Çünkü ona göre homoseksüeller insanların en cesur olanlarıydı. Homoseksüelliğiyle övünüyordu. Hatta gurur duyuyordu. Normal – namuslu- insanlardan kendini ve homoseksüel arkadaşlarını daha iyi görüyordu.” (Hitler’s Elite, Louis L. Snyder, sf.63) PAUL JOSEPH GOEBBELS: Hitler’in propagandadan sorumlu bakanıdır. “Hitler’in Propaganda Bakanı iken, Der Angriff (Hücum) adını verdiği Siyonizmi öven on iki bölümlük bir rapor yazmıştır.” (The Hidden History of Zionism, Socialist Action, Ralph Schoenman, sf.51) HERMANN WILHELM GOERING: SA liderliği ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış olan Alman mareşalidir. “Goering, tüm hayatı boyunca uyuşturucu bağımlısı olarak yaşamış ve birçok kere tedavi olabilmek için hastanelerde yatmıştır. “ (NSDAP: The Party, sf.60) “Goering, uyuşturucu bağımlılığının yanı sıra aynı zamanda bir homoseksüeldir. Devamlı kadınsı, egzotik kıyafetler giymiş ve bundan büyük haz duyduğunu belirtmiştir.” (NSDAP: The Party, sf.61) JULIUS STREICHER: “Nazilerin siyaset adamıdır. En büyük merakı pornografidir.” (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.27) Aynı zamanda sadizme düşkün olmasıyla da ünlüdür: “Sürekli kırbaç taşır ve kızdığı insanları kırbaçlardı. Kırbaçlayarak öldürdüğü insanları gülerek anlatırdı.” (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 3, sf.863) FREIHERR WERNER VON FRITSCH: Hitler’in Kara Kuvvetleri Komutanı’dır. “Homoseksüel ilişki sırasında yakalanmış ve Askeri Mahkeme’de yargılanmıştır.” (Nazi İmparatorluğu, William L. Shirer, cilt 1, sf.497-554) Naziler’in Sokak gücü: SA (Sturm Abteilung) Hitler’in “Kahverengi Gömleklileri” ya da diğer adıyla “SA”ları, faşist yapıyı tam anlamıyla uygulayan bir örgüt oldu. Almanca “Sturm Abteilung” (Fırtına Kıtaları) ismini taşıyan SA’lar, faşizmin temel karakterine uygun olarak, kültürsüz, kabadayı karakterine sahip, zalim, acımasız hatta sadist insanlardan seçiliyordu: “SA’lar işsiz insanlardan, sokak eşkiyalarından, katillerden oluşuyordu.” (The Life and Death of Adolf Hitler, Robert Payne, sf.205) “SA, Hitler tarafından, 1921′de Münih’de kuruldu. Örgütsel dayanağı, yeni gelişen Nazi hareketinin saflarına katılmış serserilerdi.” (Ana Britannica, cilt 18, sf.564) “Başlangıçta SA üyelerinin çoğu, Weimar Cumhuriyeti’nin ilk günlerinde solculara karşı çarpışan eski askerlerin oluşturduğu silahlı çapulcu gruplardan (Freikorps) geliyordu.” (Ana Britannica, cilt 18, sf.564) SA’lar, Hitler’in fedaileri olarak hareket etmeye başladılar. Karşıt görüşlü politik gruplara saldırılar düzenliyorlardı: “Hitler, SA’ların ordu disiplininden uzak olmalarını istiyordu. Onlar ‘kanun tanımayan şok örgütleriydi!’ Amaçları politikti; politik toplantıları bölüyorlar, Hitler’in korumaları olarak görev yapıyorlardı.” (The Life and Death of Adolf Hitler, Robert Payne, sf.168) “SA kolları terörist metodları kullanarak kalıcı bir seçim kampanyası yürütmek ve böylece hafif bir direnç gösteren demokrat muhalefeti zayıflatmak üzere tasarlanmıştı.” (The Order of Death’s Head, Heinz Höhne, sf.62) “Üyeleri Mussolini’nin Kara Gömlekliler’ine benzer biçimde kahverengi üniformalar giyen SA, parti toplantılarını koruma, Nazi gösterilerinde önde yürüme ve siyasal karşıtlara fiziksel saldırıda bulunma gibi görevler üstlendi. Hitler’in 1923′teki başarısız Birahane Darbesi’nin ardından geçici olarak dağıldıysa da, 1925′de yeniden örgütlendi ve kısa sürede şiddet yöntemlerini yeniden uygulayarak genel ve yerel seçimlerde seçmenlere gözdağı vermeye başladı.” (Ana Britanica, sf.564) Çoğunluğu ruhsal dengesizlik içinde bulunan SA üyeleri liderlerine karşı anlaşılması zor bir bağlılık içindeydiler. Liderlerine büyük bir sadakatleri vardı: “Kahverengi Gömlekliler, Hitler’i ruhani liderleri olarak görüp, sadakat gösteriyorlardı.” (All The Revolutions Devour Their Own Children, sf.329) “Pfeffer Von Salomon, ‘Yüce SA lideri’ olarak isimlendirildi, ve Almanya’daki tüm SA’ların komutanlığına getirildi.” (The Life and Death of Adolf Hitler, Robert Payne, sf.25) SA’ların yöntemi ise, tüm faşist örgütlenmelerde olduğu gibi terör ve işkence oldu. Sadist, zalim, insanlara acı vermekten hoşlanan bu güruh, pek çok baskı operasyonunda kullanıldı. SA’ların işkence yuvalarında ise akıl almaz vahşetler yaşanıyordu: “Hitler’in yanında çalışanlardan birinin ifadesine göre, Berlin’de SA karargahı Hedemannstrasse’nin dördüncü katında gizli bir SA işkence odası bulunuyordu. Bulduğumuzda insanlar açlıktan yarı ölmüş durumdaydılar. İtiraf ettirmek için günlerce dar dolaplarda tutuluyorlardı, ’sorguya çekme, ya dövmekten ya da demir sopalarla ve kırbaçlarla aşağılanmaktan ibaretti’ dedi. İçeri girdiğimizde bu yaşayan iskeletler pis kamışlar üzerinde iltihaplı yaralarıyla yan yana yatıyorlardı.” (Encyclopedia Judaica, cilt 4, sf.714) Hitler’in Faşist Ordusu: SS (Schutz Staffel) Nazilerin iktidara gelmesinde önemli rol oynayan SA’ların yanı sıra, Hitler, 1925′de kendisini korumakla görevli küçük bir birlik kurdu. Schutz Staffel, “Koruyucu Kademe” olarak adlandırılan bu örgüt kısaca “SS” olarak anılmaya başladı. Başlangıçta SA’lardan daha güçsüz bir örgüt olan SS’lerin başına geçen Heinrich Himmler, kurulduğunda 300 kişiden oluşan bu örgütü, Nazilerin iktidara geldiği 1933′e dek 50.000 kişiye çıkardı. SA’lara göre ordu disiplinine daha yakın olan SS’ler zamanla SA’dan daha gözde hale geldiler. SA’ların disiplinsiz ve kontrolü güçleşen yapısı, Siyonist lobilerinin, daha disiplinli ve “kesin itaatli” olan SS’leri tercih etmelerine yol açtı. Böylece SS’ler, Almanya’nın en büyük gücü haline geldiler. Doğrudan Hitler’e bağlı olan örgüt, faşist hedeflere uygun eylemlere girişti. Örgütün başındaki Heinrich Himmler, faşist felsefenin sadık uygulayıcılardan biriydi. “Fanatik bir ırkçı olan Himmler, örgüte adayları, toplumun hangi kesiminden geldiklerine bakmaksızın, fiziksel kusursuzluk ve ırksal saflık ölçütlerine göre değerlendirerek kabul ediyordu. Parlak, siyah üniformaları ve özel nişanlarıyla (şimşeğe benzetilmiş rünik S harfleri, kurukafalı pazıbentler ve gümüş kamalar) SS’ler kendilerini, başlangıçta üstlerinde olan kahverengi gömlekli SA’lardan da (Sturmabteilung: Fırtına Kıtası) üstün sayıyorlardı.” (Ana Britannica, cilt 20, sf.9) Himmler, kendisine baş yardımcı olarak da Reinhard Heydrich’i seçmişti. “Himmler ve başyardımcısı Reinhard Heydrich, Almanya’nın tüm polis kuvvetleri üzerinde denetim sağlayıp, örgütün sorumluluk ve etkinlik alanını genişleterek SS’lerin gücünü pekiştirdiler. Ayrıca özel askeri SS birimleri düzenli ordu sistemi içinde eğitildiler ve silahlandılar.” (Ana Britannica, cilt 20, sf.9) BİROL ASLAN BAYRAK PİRAHMETLİ KÖYÜ TAŞKÖPRÜ KASTAMONU ( Alıntıdır)

12 Temmuz 2015 Pazar

Osmalıda ilklerden bazıları

1)İlk Osmanlı padişahı Osman Bey’dir. 2)Osmanlılar’ın ilk başkenti Söğüt’tür. 3)Bizans’la yapılan ilk savaş Koyunhisar Savaşı’dır. (1302) . 4)Osmanlılarda ilk defa Beylik’ten devlete geçiş Orhan Bey zamanında olmuştur. 5)Osmanlılarda ilk olarak “Sultan” ünvanını kullanan Orhan Gazi’dir. 6)Sikke adı verilen ilk Osmanlı parası Orhan Gazi tarafından bastırılmıştır.(1327) 7)İlk Divan Teşkilâtı Orhan Bey tarafından kuruldu. 8)İlk Osmanlı Vezirlik sistemi Orhan Bey zamanında kuruldu. 9)İlk Osmanlı Veziri Alaaddin Paşa’dır. 10)İlk Osmanlı kadısı Karacahisar’a tayin edilen Karamanlı Dursun Fakih’tir. 11)İlk vakfı Orhan Bey kurdu. 12)İlk düzenli ordu Orhan Bey tarafından kuruldu.

CERRE ÇIKMAK

Cerre çıkmak, Ramazan geleneklerinden birisiydi. Osmanlı Devleti‘nde medreselerde yaz tatilleri ‘Üç Aylar‘da verilirdi. Bu tatillerde seçilmiş medrese talebeleri hem kendi bilgilerini pekiştirmek, hem de dinî konularda halkı aydınlatmak için İmparatorluğun farklı bölgelerine gönderilirlerdi. Bu gönderme olayına “cerre çıkmak” denirdi. Medrese öğrencileri için cerre çıkmayı bir noktada bugünkü üniversitelerin staj eğitimleri gibi de anlamak mümkündür. Cerr de kelime anlamı itibarı ile kendine çekmek, cezbetmek manasındadır. http://www.tecrubelikutuphane.com

Osmanlıda veresiye defteri olayı

Osmanlı’da Ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkânlarına girer, onlardan Zimem defterini yani veresiye defterini çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele sayfaların yekununu yaptırıp, “Silin borçlarını… Allah kabul etsin” der, çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi. (http://www.tecrubelikutuphane.com)

OSMANLI...

Osmanlı’da kasaplık sürekli hayvan kesme ve et parçalama üzerine olduğu için merhametleri azalabilir diye devlet , altı ayda bir kasapları izne çıkarır ve onların bahçıvanlıkla meşgul olmasını sağlardı . Böylece kaybettiği insani duyguları yeniden kazanması sağlanırdı. (Tarih Öğreniyorum)

KÜRŞAD VE 40 ÇERİSİ

Kürşad, 621 senesinde Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Göktürk Devleti kağanı Çuluk Kağan'ın küçük oğludur. Çuluk Kağan'ın ölümünden sonra kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan adını alarak hükümdar oldu ve ağabeyinin Çinli eşi ile evlenerek Ötüken'deki Türkler arasında huzursuzluğa yol açtı... Bir tarafta Çinliler, diğer yanda da Sırtarduş Bayurku, Dokuz Oğuz, Uygur gibi Türk boylarının Göktürklere başkaldırıp savaşmaları ve ayrıca İ-çing Katun'un Ötüken'de esir durumda yaşayan Çinli azınlığa destek çıkarak bunların zenginleşmesini sağlaması sayesinde giderek zayıflayan ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkler, 629 senesinde Çinlilerle yaptıkları savaşta tuzağa düşerek yenilince Doğu Göktürk Devleti yıkıldı. Başta Kara Kağan ve Kürşad olmak üzere binlerce Göktürk Çinlilere esir düşerek Çin'in başkenti Siganfu'ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler. Türkleri asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını hassa ordusunda subay olarak görevlendiren Çinlilerin bu taktiği bir işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. Kürşad da Çin hükümdarının ordusunda subay durumundadır fakat kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemektedir. Esaretin beşinci yılında Kara Kağan kahrından ölür. Esaretin onuncu yılında, yani 639 senesinde, Bozkurt soyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir. Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung'u yakalayarak rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad'ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin'i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken'e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin'i de kağan ilan etmeye karar verirler. Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır. Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisiyle birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırkbir Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kürşad'ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken'e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenge tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir... Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir... Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu'daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bırakırlar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşarlar, bazı Göktürk soyluları yeniden devlet kurma girişiminde bulunsalar dahi başarılı olamazlar... Fakat 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırılır ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti'ni kurarlar... Alıntı:(tarih öğreniyorum)